Abant Platformu ekibine katılmak için çıktığımız yolda, önümüze gelen ilk dolmuşa binmiş gidiyorduk. Karadenizli şoför dışa vurduğu asabiyetini mazur göstermek için “Ben kendimi mülayim bir adam bilirdum, halkımız sayesinde değişuk bişey oldum!” dedi.

Bu cümle deryada kopan bir tufanın “kıyı tesiri”ydi zannımca. Zira toplumun kâhir ekseriyeti “değişuk bişey” haline geldi ve sebebini kendi dışında arıyor. Kim azcık dürtüklense içinden bir canavar çıkıyor. “İnsana insafın yoksa İlahî rahmete hangi yüzünle yürüyeceksin?” diyen Seyit Muhammed Raşid Hazretlerini, “Mürüvvet et kıyas-ı nefs ile zulmetme insane!” diyen Alvarlı Efe Hazretlerini yetiştiren bir Anadolu irfanından, nezaket ve incelikten yoksun, vahşî ve bedevî bir topluma evrildik.  Bu değişim hayra alamet değil. “Bir millet kendilerinde bulunan güzel ahlâk ve meziyetleri değiştirmedikçe Allah da onlara verdiği nimeti, güzel durumu değiştirmez.” (Enfal Suresi, 53) diyen âyet-i kerime, toplumsal bir düşüş ve sürüklenişin içerisinde olduğumuza işaret ediyor.

İşte “Demokrasinin Türkiye Sorunu”nu böyle bir iklimin etkisinde tartıştık. Diş göstermelere, parmak sallamalara, tehditlere ve iftiralara rağmen… Bunun için anayasa hukuku profesörü çok değerli Serap Yazıcı Hanımefendi’nin sonuç bildirgesindeki ilk maddeye ilave ettirdiği “insanî, ahlakî ve vicdanî bir krizin içerisinde olduğumuz” vurgusu bana fevkalade önemli göründü. Ergun Özbudun Hoca da tüm birikim ve tecrübesiyle, anayasayı ve hukuku inşa eden şeyin kağıtlar ve kurallar değil, zihinsel kodlar olduğunun, hürriyet insanların kalplerinde ölürse onu hiçbir anayasa ya da kanunun diriltemeyeceğinin altını çizdi.

Kurdun Elinden Çobanlık Gelmez

Şu anki anayasanın göz göre göre çiğneniyor oluşu Ergun Hoca’nın yaklaşımını doğruluyor. Devleti yönetenler idarecileri mevzuatı tanımamaya davet ediyor. Adaletle hükmedenler bunu muktedirlerin talimatları hilafına gerçekleştirdikleri için cezalandırılıyor. Keyfiliğin hükümferma olduğu bir ortamda en temel haklar bile ihlal ediliyor. “Kanunun yasak etmediğini dürüstlük yasak eder.” diyen Seneca’nın idealizminden uzak, “Kurdun elinden çobanlık gelmez” diyen Şeyh Sâdi-i Şirazî’nin realizmine yakın bir seyrimiz var.

Sürü kurda teslim edilmiş ve kurallar koyunları korumaya elbette yetmiyor. Hatta yeni kanunlar koyunların nasıl paylaştırılacağı üzerinden yapılıyor. “Zerrece tamahım yoktur şu dünyanın varına/ Rızkımı veren Allah’tır kula minnet eylemem!” diyen kâğıt toplayıcılarının küçücük kazancına göz dikiliyor. Şefkat ve merhametle yaraları sarılması gereken Suriyeli sığınmacılar, zulüm ve istismarın nesnesi haline getiriliyor. Katledilen Kürt siviller çoluk çocuk “imha edilen teröristler” hanesine kaydediliyor ya da savaş zayiatı olarak gösteriliyor. Reyhanlı’dan İstanbul’a, Suruç’tan Ankara’ya, patlayan bombaların hesabı kimseden sorulmuyor.  Haksız sebeplerle işlerinden atılan mağdurların kadrolarıyla “yandaş”lara alan açılıyor. Sadece Kürtler, Alevîler, akademisyenler, gazeteciler, hâkimler değil ağaçlar, ormanlar, kediler, köpekler bile bu vahşetten paylarına düşeni alıyor.

Zalimin Zulmü Karanlık Bir Kuyudur

Ve sonunda dönüp dolaşıp vardığımız yer balığın baştan koktuğunu söyleyen atalar sözüne hak vermek oluyor. Sosyolojik bir vâkıa bu. Toplumsal bozulmuşlukların temelinde çoğunlukla idareci ve yöneticiler var. Hepimiz çürümenin nasıl inanılmaz bir hızla tabana doğru yayıldığının şahitleriyiz. O yüzden olmalı, adalet çağrısı tüm kültürlerde stratejik ve dinamik gücü elinde bulunduran idarecilere yapılıyor:

“Ey güce, devlete sahip olanlar!” diye sesleniyor Hazreti Mevlâna, “Merhamet ağacını gönüllerinize dikin. Adâlet suyuyla sulayın, yeşertin o ağacı. Zulüm sarmaşığını koparıp atın ondan. Böyle yapın ki hükmünüz dosdoğru yürüsün.”

“İbâdet ceylanını her zahit avlar, ama adâlet aslanını buyruk sahiplerinden başkası avlayamaz. Adâlet aslanı da öyle her buyruk sahibine râm olmaz. Onu bilgiden baş­ka bir lokmayla avlamaya, yumuşaklık kemendinden başka bir kementle bağlamaya, ihsan tuzağından başka bir tuzakla elde etmeye imkân yok­tur.

Zalimin zulmü karanlık bir kuyudur. Daha ziyâde zalim olanın kuyusu, daha derindir.

Ey zulmüyle kuyu kazan! Sen kendi kuyunu kazıyorsun, bari bo­yunca kaz!”

Aydın Sorunu

Ne yazık ki atalar sözünün içerdiği önermeyi tersinden okuma şansımız yok. Yani balık, baştan koksa da baştan düzelmiyor. Sağalmalar, iyileşmeler, ıslahlar, tekâmüller yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya oluyor. Bundan sonra çok ahlaklı yöneticilerimiz olsa da aşmamız gereken derin vadiler var. Değerlerini bu kertede yitirmiş bir toplum bünyesi, ciddi müdahaleler, farklı tedavi yöntemleri gerektiriyor. Adı konmamış bir seferberlik hali içerisindeyiz ve tulumbasını alanın imdada koşmasını bekliyoruz. Adanmış eğitim gönüllülerine, yaşatmak sevdasıyla yaşayan yürekli insanlara belki her zamankinden fazla ihtiyacımız var. Ve elbette sınandıkça sınanmış, ama ne vaadler ne de tehditler karşısında serfüru etmiş gerçek aydınlara… Şahin Alpay Hoca’nın tespitine hak vermemek mümkün değil. Son tahlilde Türkiye’nin sorunu bir “aydın sorunu.”

Katılımcılar yorgun görünse, konuşulanlar çoğunlukla “iç dökümü” olsa da 34. Abant Platformu Toplantısının çok önemli bir misyonu ifa ettiğini düşünüyorum. Baskın Oran Hoca “Türkiye acı çektikçe aşılanıyor,” dedi konuşmasında. Bu toplantı, geniş katılımı ile toplumun farklı kesimlerinin birbirine aşılanmakta olduğunun ispat-ı vücudu gibiydi. Herkes için adalet ve herkes için demokrasi kavramları etrafında daha fazla toplanmaya ihtiyacımız var.

Birileri zulümleriyle boylarını aşan kuyular kazarken hakkı tutup kaldırma azmiyle dimdik duran ve mağdurların sesine ses, ümitlerine fer veren gerçek aydınlara selam olsun!

(5 Şubat 2016, Cuma)

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s