Her ölüm geride kalanlar için bir “şok terapisi”dir. İnsandaki ölümsüzlük yanılgısını kırar, öncelik sonralık sıralamasını bozar. Dünyalılara, yani kendisine kalmak için biraz daha mühlet verilmiş olanlara hayatın anlamını yeniden sorgulatır. Değil midir ki herkes gidicidir, öyleyse “nasıl” gittiğimiz sorusu “ne zaman” ve “nerede” gittiğimizden daha önemlidir.
En kolayı dünyayı bir dinlenme, bir gölgelik olarak görüp toprağa yakın, arı duru, yükte hafif, sessiz yaşayanların gidişidir. İyilik yapıp denize atan isimsiz müsemmaların gidişi. “Biz ölelim, ama insanlık yaşasın. Biz ağlayalım, ama gelecek nesiller gülsün.” diyebilenlerin. Almak için değil vermek için yaşayanların. Yaşamak için değil yaşatmak için çalışanların. Beşeriyetin yükünü sırtında taşıyanların. Zor bir zamanda yaşadıklarının farkında olanların. Garipliği bir kimlik olarak benimseyenlerin. “İki cihandan el yudum!” diyebilenlerin. Kabri bilinmeyenlerin…
Onların gidişi bizi ağlatır. Kendi içimize baktırır. Arındırır. İnsan olmayı ve ölümlü olmayı sevdirir.
Zalimin Ölümü
Zalimin ölümü ibrettir. Susulup seyredilir. Zira hükmü ezelden verilmiştir: “Bak işte onların tuzaklarının akıbeti nasıl oldu! Biz onları da kendilerine uyan toplumlarını da imha ettik. İşte onların, zulümleri sebebiyle ıssız kalmış, çökmüş evleri. Elbette bunda bilen ve anlayan kimseler için ibret vardır.” (Neml Sûresi, 51-52)
Ayetin beyanından anlaşılan o ki, zalimler ne şekilde ölmüş olurlarsa olsunlar kibir kuyusuna düşerek ölürler. Bir Allah dostu, Kerbela’yı tasvir ettiği şiirinde zalimlere şöyle sesleniyordu: “ Neredesiniz şimdi muktedirler, peki ya kumdan kaleleriniz nerede? /Altınlarınızın ve parlak kılıçlarınızın üzeri kaplanmış pas ve kirle… /Nerede altın taçlarınız, peki ya nereye kayboldu kıymetli mücevherleriniz? / Çürüyor yılanların, içinde kıvrılarak yol aldığı çukurlarda kemikleriniz. / Fani dünyanın şanı her şey gibi toza toprağa dönüyor en sonunda / Hüseyin’in kanı ise ışık saçıyor gök adanın ve yıldızların ötesinden oysa” (Asaf Durakoviç)
Zalimin ölümü bizi düşündürür, zira kaderin adaletle hükmüdür. “Şimdi onlardan geriye kalan bir şey görebilir misin?” (Hakka, 8) ayetinin sorduğu soru, bugünkü zalimlerden de yarın geriye bir şey kalmayacağına işaret eder. Bir yandan da bizi nefsimize baktırır. Zira nefis, “zalim”in kendi içimizdeki izdüşümüdür.
Tüm zalimlerin şerrinden ve kötü akıbetten Allah’a sığınırız.
Mazlumun Ölümü
Ölümlerin en ağırı mazlumun ölümüdür. Kur’an onun ölümünü bütün insanların ölümüne eş tutar. Mazlum olarak ölenler, geride kalanlara ağır bir mesuliyet yükleyerek giderler. Onlar mazlumiyetlerinin, mağduriyetlerinin derecesi nispetinde geride kalanlardan alacaklıdır. “İnsan çok iyi olamıyor, insan kalamıyor.” diyordu Taybet Ana’nın oğlu.” Devlet halkına, muktedirler masuma, insan insana ne kadar acı çektirebilir?” sorusuna cevap ararken…
“Annemin elleri kaskatı olmuş. Öyle sıkmış ki eşarbını, belli ki canı hayli acımış. Kanı kurumuş annemin. Yüzü düşerken toprak olmuş. Elbisesi kandan ıslanmış, sonra kurumuş, sonra taş olmuş annemin. Kokusu gitmiş. Toprak ve kan kokuyor annem. Annemin canından can almışlar Allah’a inananlar. Gözleri açık kalmış annemin, yüzü eve dönük. Ayakları toplanmış, bir takat gelsin diye belli ki çabalamış… Benim annem… Siz benim annemi öldürdünüz.”
Bu ses kadın-erkek herkesin vicdanında “böyle bir zulme nasıl mani olabilir, bu tahribatı nasıl tamir edebilirim?“ şeklinde yankılanmıyorsa o toplumda diriler, ölülerden daha ölüdür. “Mezar-ı müteharrik” olarak isimlendiriyor onları gelenek. Yani hareket halindeki mezarlar. Bedenen diri ama kalben ve vicdanen ölü olanlar. Varlıklarından en çok ürperti duyulacak, arkalarından en çok ağlanacaklar mazlumlar değil, bu talihsizlerdir.
Manevî Ölüm
Manen ölmek, ölme biçimlerinin en kötüsüdür. Yer altında yatan nice dirilerin varlığına iman edenler, yeryüzünde gezen nice ölülerin varlığına da şahitlik ederler. Zulme seyirci kalmak salgın bir hastalık gibi yaşayanların duygularını birer birer öldürür. Siz de tehdit altındasınızdır. Kan kokusuna alışanlar sizin de alışmanızı ister. Kenar-ı Dicle’de kurdun yediği koyunun hesabından korkan Hz. Ömer’in adaleti unutulmuştur. Zulmü hak ettiğinize inanmanızı isterler. Mazlumun varlığına kör, iniltisine sağır “güce tapıcılar” kürsülerde alkışlanırken, bir roket duvarı delip yer sofrasında, çocukları ile birlikte kahvaltı eden kahırlı bir anneyi oracıkta öldürür. Öldürür de kıyamet kopmaz. Alkışlar kesilmez…
Dünya ona boyun eğmişleri yuttukça yutar, egolar şiştikçe şişerken kıyıya vurur Ege’de insanlık. Şehit haberlerinin gittiği evlerin yoksulluğu yürek dağlarken dağıtılır yeni rantlar. Muktedirler basın özgürlüğü nutukları atarken tutuklanır gazeteciler. İnsan sesiyle konuşmayı bilmeyenlerin gürültüsü kulakları sağır ederken defnedilmeyi bekler, günlerce morgda kalan cesetler… Sefahat derinleşir. Acılar yarıştırılır. Zulüm bin teville tevil edilir… Bu kadar dert sizi oldurmazsa siz de mezar-ı müteharrikler kervanına katılırsınız.
“Yaraya merhem sür iyileşir. Ya acıya ne süreceksin?” diye soran Mahmûd-i Aksarayî ne kadar haklı. Ölümün aynasından bakınca zaman, üzerine perde çekilecek değil, yıkıntıları arasında pişmanlıkla dolaşılacak bir ibret levhası. Umumî bir seferberliğe ihtiyaç var. Zalimin zulmüne boyun eğmektense kaderin hükmüne razı olmalı. Niyâzî-i Mısrî’ye kulak verelim:
İç ol zehri ki bal olsun sonunda
Sonunda zehr olan balı nidersin?
(8 Ocak 2016, Cuma)