Ekim ayında Diyarbakır’ın Hani ilçesinde PKK’lı teröristlerin açtığı ateş sonucu hamile eşi Yağmur ve 3 yaşındaki oğlu Yusuf’un yanında şehit olan polis memuru vardı, hatırlayacaksınız. Polislerden bir polis.  Hani cenaze töreninde Yusuf ağlayarak, “Babama gitmek istiyorum, evimize gidelim.” diye sızılanmıştı da annesi, “Evimiz mi kaldı?” demişti.

Yusuf vicdanın dili hepimiz için. Ev, barınak, sığınak ve dağınıklığın toplandığı yer. Güvende değiliz. Evimize gitmek istiyoruz. Ama annemiz gidecek bir evimizin olmadığını söylüyor!.. Gönül mülkü yıkılmış. Darmadağınığız…

Yaşadığımız topraklar nicedir bir “Ateş Ülkesi.” Her gün birilerinin ocağına düşen ateş, sadece düştüğü yeri değil, bizim yüreklerimizi de yakıyor. Bir yangın yerinde sebepsizce ölüyoruz.

Campanella’nın ütopyası “Güneş Ülkesine”ne bedel bir distopyanın içerisindeyiz. İnsan kaç kere ölebilir, onu bile bilmeden ölüyoruz.

Sıtmadan, vebadan, koleradan değil; kibirden, gururdan, hırstan, hasetten, nefretten ölüyoruz.

Kalem Ateş, Kelam Ateş

Goethe’nin tanımladığı şekliyle Gökte ilk oyun;”  bir Mefisto-Faust hikâyesi yaşadığımız. Kıyamete kadar bitmeyecek bir ateş-toprak öyküsü.  “Ben ondan üstünüm, çünkü beni ateşten, onu ise topraktan yarattın.” (Sad Suresi, 76) diyen Şeytan’ın ateşe öykünenleri kendisine benzetme sahnesi. Cennet için yaratılan şerefli bir mahlûkun Cehenneme odun taşıma trajedisi. İlahî bir komedya…

O da mazluma bîgânelerin çıkardığı bir yangının içerisinden geçmiş olmalı, şiirimizde yangın imgesini en fazla kullanan şairdir Şeyh Galib. Bugün onun ateş redifli gazelinde tasvir ettiği manzaradan eksilen bir şey yok. Gül ateş, gülşen ateş. Zaman ateş, zemin ateş… Bir yangın yerinde öle öle yaşıyoruz. Sine ateş, gözyaşı ateş. Ceset ateş, kefen ateş. Kalem ateş, kelam ateş…

Baş Olma Sevdası Ateştir

Tasavvufta “nefis,” insanın toplayıcı mahiyetinde “ateş”e karşılık geliyor. Nefis terbiyesi de ateşi kontrol altında tutarak ondan istifade etme çabasına…  Zira nefis kalbe hâkim olduğunda sadece kendini yakmıyor, âlemi de ateşe vermek istiyor. Maalesef söylendiği gibi cirmi kadar değil yaktığı yer. Tolstoy’un öykülediği gibi bir kıvılcım tüm evi kül ediyor. Toplumsal zafiyetler yangının hızını belirliyor. Ahlâk ve fazilete savaş açan, adaletten kaçanlarsa bu tabloda yangının körükçüleri vazifesini üstleniyorlar.

İmam Rabbani “Baş olma sevdası ve makam tutkusu insanda ateş unsurundandır.  Ateş yükselmek ister, yakıcıdır. Toprak ise tevazudur.” der. Galiba en büyük yangınları tutuşturan ateş, baş olma sevdasından çıkıyor.

“Şehvet ateştir”, diyor Hz. Mevlana “Nice iyi adı kötüye çıkarmıştır. Dıştaki ateş suyla söner. Şehvet ateşi ise parladıkça parlar; adamın yüzünün suyunu yerlere döker.”

Haset ateştir. Hazreti Peygamber (sav) “Hasetten kaçının. Çünkü o, ateşin odunu yiyip tükettiği gibi, bütün hayırları yer tüketir,” diye buyurarak ateşin kül edici vasfına işaret ediyor.

Öfke ateştir. O yüzden öfke saçmaya “ateş saçmak,” öfke püskürmeye “ateş püskürmek” deriz de öfkesinden ateş kesilenlerin yangın çıkarma potansiyelinden endişe ederiz.

 Herkes Ateşini Kendi Götürür

Rivayet edilir ki, bir gün Behlül Dânâ Hazretleri, üstü başı toz toprak içinde, uzun bir yolculuktan gelmiş olmanın belirtileri ile Abbasi Halifesi Harun Reşid’in huzuruna çıkar. Halife sorar: “Bu ne hâl Behlül, nereden geliyorsun?” “Cehennemden geliyorum ey hükümdar.” diye cevap verir. “Cehennem’de ne işin vardı?” diye tekrar sorar şaşkınlıkla Halife. Cevap “Ateş lazım oldu da, almaya gittim.” olur.  Harun Reşid’in bu konuşmanın nereye bağlanacağını merak ederek tebessümle sorduğu “Peki, getirdin mi bari?” sorusuna Behlül Dânâ Hazretleri’nin verdiği cevap ibretliktir: “Hayır efendim getiremedim. Cehennemin bekçileriyle görüştüm, onlar “Sanıldığı gibi burada ateş bulunmaz, herkes ateşini dünyadan kendisi getirir” dediler.”

Fitne çıkaranlar çıkardıkları fitnenin ateşini, yürek yakanlar yaktıkları yüreğin ateşini, kan dökenler tüm insanları öldürmüşlüğün ateşini yüklenerek ahrete giderler.  “Ateş sendendir” der Fütuhât’ta  Hazreti Muhyiddin. “Kötülüğünle onu tutuşturur, iyiliğinle de söndürürsün. Ateşin yalımını gördüğünde  hızla kaçarsın. Halbuki zulmünle onu sen inşa etmektesin.”

Bunca Ateşle Yaşamak Ne Mümkün?

Bir de Hazreti İbrahim’in ateşi var, yakmayan. İbrahim meşrep olanlar için serin ve selametli kılınan. Pervâne gibi yanan, yanmada derman bulanları nefsin ateşinden koruyan. Nârı nûra dönüştüren. Hazreti Mevlânâ’nın “Ateşe gir de ateş içinde gül ve yasemin bulan İbrahim’in sırlarını gör,” dediği…

Kahramanını mumdan gemilerle ateş denizlerinde seyahat ettiren Şeyh Galip, ateş içinde yanmamamın ancak “semender tıynet” olmakla mümkün olduğunu söyler.  Yani semender gibi ateşte yaşama becerisi kazanmış olmakla.

Odunu kül, insanı kul eden bir ateş tecrübesinden geçmekle…

Kendi derdi yâdına gelmeyenlerin, ciğerleri ıstırapla, aşkla, şefkatle, mürüvvetle, dostlukla başkalarının derdiyle yana yana büryan olanların yolculuğudur bu. Yine Şeyh Galip’ten ilhamla, ezel bezminde herkese payları dağıtılırken onların payına “dil-i pâre pâre”, yani parça parça olmuş bir yürek düşenlerin yolculuğu.  Ateşin şiddetinden suyun bile yandığı bir zamanda tulumbasını alıp imdada koşanların yolculuğu…

Bir “Ateş Ülkesi”ni, gerçek bir Güneş Ülkesi’ne çevirme yolculuğu…

(22 Ocak 2016, Cuma)

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s