Bediüzzaman, Münâzarat’ta Kürt edebiyatından darbımesel hükmünde bir nükte anlatır.
İsmi Alo olan bir bal hırsızının öyküsüdür bu. Alo, üretmeden, yani bir arı kovanına bile sahip olmadan bal satmasının kendisini ele vereceği konusunda uyarılır. Bunun üzerine bir plan yapar. Boş bir peteğe yabancı arıları doldurup balı başka yerden hırsızlar. Böylece sorular karşısında “Bu, bal mühendisi olan arılarımın sanatıdır.” diyebilmektedir. Alo kurduğu tezgâhtan pek memnundur. Arılarına sık sık çok tatlı bir tabiat taklidi Kürtçeyle “Vız vız jive hingivîn jimin” der. “Vızıltı sizden, bal benden…”
Bu Kürt darbımeseli, bana yaşamakta olduklarımızın öykü diline aktarımı gibi geliyor.
Cürmü gürültü ile bastırmak Alo ile başlayan bir harami anlayışı değil şüphesiz. Tarihsel kökenleri var. “Şamata” Efendimiz’in (sav) kullandığı bir kelime. Gürültü, bağırış çağırış anlamına geliyor. Arapçadan dilimize aynen geçmiş. Gerçeği örtme gulgulesi. Kulakları sağır etme, halkın hakikati duymasına engel olma patırtısı. Çatlak sesler korosu.
Efendimiz, Arabistan’ın değişik yerlerinden farklı kabilelere mensup insanların katıldığı Ukaz, Zü’l Mecaz gibi panayırlarda ulaşabildiklerine hakkı tebliğ ederken, arkasında dolaşan Ebu Leheb, “Sakın bu insanın dediğine inanmayın. O yalancıdır. Atalarının dinine yüz çevirmiştir.” diye şamata yapıyor, insanların zihinlerini bulandırıyordu. Tıpkı bugün hizmet eden insanları “atalarının dini”nden yüz çevirmekle suçlayan bazı “muhafazakârlar”ın, dünyanın farklı coğrafyalarında çıkarmaya çalıştıkları şamata gibi. Orhun Abidelerindeki yascı ve sığıtcılar, yani kiralık ağıt yakıcılar ve ölü ağlayıcılara benzeyen, dilini ve kalemini kiralamış şamatacılar var.
Et bozulunca, tuz ile ıslah edilebilir; ya tuz bozulunca!
Ne yazık, bugünün haramilerinin işleri Alo kadar kolay değil. Şamatacılar da Alo’nun yaban arıları kadar masum değiller. Yalan ve iftiranın kontrolü zor bir cahil cesareti olduğu cümlenin malumu olsa da, girilen yol geri dönüşsüz. Yalancının “tutarlılık” diye bir problemi yok artık. O eşik çoktan aşıldı. İftira sürekli büyüyüp silsileler halinde birbirine eklenince, borcu bini aşanların baklava yemesi gibi tedbir de terk edildi… Yalan, medya aracılığı ile meşrulaştırıldı, kurumsallaştı. Yalanın şiddetini ve niteliğini yalancının kendisi değil hırsızlayanlar belirliyor. Haddi aşan her şey zıddına dönüştüğü için yalan, yalancının hakikati haline geldi. İnci dizer gibi yalan dizenler, heykel yontar gibi yalan yontanlar, nakış işler gibi yalan işleyenler, cevher saçar gibi yalan saçanlar var. Yalan’ın ustaları. Müseyleme’nin üstatları. Kezzablar…
Hakikat şu ki, yalan küfrün esası, münafığın birinci alameti, tesirli bir zehir, öldürücü bir virüstür ve gerçeğin yalanla yer değiştirmesi toplumları peygamber mihverinden uzaklaştırır. Akif’in gözyaşlarının izini sürelim. Yalan toplumda revaç bulmuşsa hıyanet kaçınılmaz olur. Hak meçhul hale gelir. Yürekler merhametsizleşir. Duygular süflileşir. Nazarlardan taşan manâ, Allah’ın kullarını hakir görmekten ibaret kalır. Artık din harab, iman turab olmuştur. Öyle ki, toplumun onda ittifak edeceği bir değer ölçüsü bile kalmaz.
Et bozulunca, tuz ile ıslâh edilebilir; ya tuz bozulunca!
Mazlûm hakkını Kâdı’dan ister; ama ya Kâdı zâlim ise?
diye soruyor Müsameretü’l Ahbâr isimli eserinde Kerimüddin Mahmud-i Aksarayî, asırlar öncesinden. Selçuklunun yıkılışı üzerinden günümüzü okuyormuş gibi devam ediyor:
“Nasıl ki toprak katılaştığında yağmur toprağa işlemezse, kalp katılaştığında da kalbe nasihat işlemez olur… Zeval mukadder ise akıl gözü körleşir. Kişi yaptığı tüm işleri güzel görmeye başlar. Ta ki yere çakılana kadar…”
Karakuşî Hükümler
Kadı Karakuş’u bilirsiniz. Onu tarihe mal eden “kanun, örf, gelenek ve hatta tabiat dışında karar altına alınmış hükümler” vermiş oluşudur. Öyle ki, bu mantıksızlık karşısında, mahkûmun müdafaa cehdi kırılır, gayreti hayrete dönüşür. Yüzyıllar boyunca bazı keyfi manasızlıklara nazire olarak gösterilen bu tuhaf hükümlerden bir tanesini paylaşmak istiyorum. İçinden geçtiğimiz absürtlüğü iyi ifade ediyor:
Karakuş bir gün hapishaneleri teftiş eder. Herkese suçunu sorar. Sekiz kişi hariç diğerleri “masum” olduklarını söylerler. Diğer sekiz kişiyse, suçlarını itiraf ederek: “Biz suçluyuz! Cezamızı elbette çekeceğiz!” derler. Bunun üzerine Karakuş zindancı başına emir verir:
“Şu sekiz suçluyu derhal sokağa atın ki burada kalan bunca masumun ahlâkını bozmasınlar!”
***
İçerdeki “masumların” ahlakı bozulmasın diye mücrimleri dışarı salıp baş tacı eden Karakuşîler, şimdi dışarıdaki masumları da haramilik ahlakını bozdukları gerekçesi ile içeri alıyor. Gazeteciler tutuklanıyor, kitap toplatılıyor, evler ve kurumlar basılıyor… Boyun eğdiremediklerine apaçık düşman kesilenler, kendi Karakuşî hükümlerini tarihe yazdırmaya devam ediyorlar. Muhtemelen onlar da Alo gibi arada bir söz ve kalemleri ile şamata yapanlara dönüp göz kırparak “Vızıltı sizden bal bizden!” diyorlardır.
Bunca cür’et en çok da zevalin mukadder olduğuna işaret ediyor. Meşhurdur, tufeylînin birine, “Kur’an surelerinden en çok hangisi hoşuna gidiyor?” diye sorulmuş, o da “Mâide (yani sofra) sûresi” demiş. “Peki, âyetlerden en beğendiğin hangisi?” diye sorulmuş, “Bırak onları yesinler eğlensinler!” (Hicr Sûresi, 3) âyeti demiş.
Bırakalım, yesinler, eğlensinler. Fakat asıl soru şu: Nereye kadar?
(18 Aralık 2015, Cuma)