Zalimin zulmü varsa, mazlumun Allah’ı var/ Bugün halka cevretmek kolay, yarın Hakk’ın divanı var.” Mazlum olmanın en güzel yanı da bu galiba; ind-i İlahî’de alacaklı olmak!

Biraz da bu yüzden irfanî edebiyatımızda zulüm literatürü hayli zengin ve “zalimlerden olmamak” mazlumun en büyük tesellisi. “Mazlum ol zalim olma/ Üzül de üzen olma/ Mahşerde hesap zordur / Ezil ama ezen olma!” diyor Hz. Mevlâna. Aynı öğüdü farklı zamanlarda Hz. Ali’nin (r.a), Abdülkadir Geylanî, Hacı Bektaş Velî ya da Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin ağzından da benzer kelimelerle işitebiliyoruz.

Zulüm kendi nefsimizde tecrübe ederek tanıdığımız bir kavram; haddi aşmak, karanlık anlamına gelen zulmetle aynı kökten. Hz. Adem’in, “Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik. Sen kusurumuzu mağfiret buyurup, bize merhamet etmezsen en büyük kayba uğrayanlardan oluruz.” (A’raf, 23) duasındaki zulümle, “O gün sırtında zulüm yükü taşıyanlar perişan olmuşlardır.” (Taha,111) ayetindeki zulmün farkı, yeryüzü maceramızda irademizin belirleyici rolüne işaret ediyor.

İnsaniyet, bir “olma” yolculuğu. O yüzden “insan olmadan İslam olunmuyor”. İnsan olma cehdini gösteremeyenler, başka türlü varoluşların içine giriyor. Cehennemdeki “Gayya” kuyusu gibi, düşüşlerinin sonu yok. İrade sınırlandırmazsa şehvet, gazap ve akıl kuvvelerinin ifrat ve tefrit mertebeleri, yeni ve dehşetli terkiplerle beşeriyetin karşısına farklı zalim kimlikleri çıkarıyor.

Zâlim, var olamadığı için yok ediyor. Allah’a ait sıfatlarla arz-ı endam etmeye cür’et ettiği için karşısında varlık tecellisi istemiyor. Oysa insanın Rabbi karşısında yok etmekle mükellef olduğu şey, sadece kendi kibri ve egosu değil mi? Formül çok açık, “nefsin varlığında yokluk, yokluğunda varlık var”. Yani insan egosunu yenebildiğinde varlık kazanıyor, kibre düştüğünde ise kendi varlığını yok ediyor. Bu yüzden egolarını besleyip büyütenler, vehmedilmiş varlıklarını kabul ettirebilmenin tek yöntemi olarak saldırganlığı benimsiyorlar. Bediüzzaman’ın hakikatin ölçüsünü veren o muhteşem cümlesi ile; “Tekebbür ve tahakküm kimdeyse o zâlim; mahviyet ve tevazu kimdeyse o hak üzeredir.” Bunun istisnası yok.

Nemrut’u hatırlayın. “Allah kendisine hükümdarlık verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrâhim ile tartışan kişinin haline bir baksana! İbrâhim ona: “Benim Rabbim hayatı veren ve hayatı alandır.” deyince O: “Ben de yaşatır ve öldürürüm.” dedi. Bunun üzerine İbrâhim: “İşte Allah güneşi doğudan doğduruyor, haydi sen de batıdan doğdur bakalım!” der demez kâfir donakaldı. Zaten Allah zalimleri hidayet etmez, emellerine kavuşturmaz.” (Bakara, 258)

Nemrut’un Hz. İbrahim’in ”Hadi iddianda doğru isen sen de güneşi batıdan doğur!” teklifi karşısında donup kalması, onu tefekküre ve ardından gelecek hidayete sevk etmiyor. Neden? Ayet cevap veriyor. “Allah zalimleri hidayet etmez.” Ayetin final cümlesine dikkat edin: “Allah zalimleri emellerine kavuşturmaz.” Ve hüküm ne kadar açık: “Şu kesindir ki Allah zalimleri sevmez.” (Şûrâ, 40) Bu yüzden zalim, aslında kendi zulmünün nesnesidir ve kazanma ihtimali yoktur.

Yöntemleri çok çeşitli olsa da zulmün izini sürmek de dilini çözmek de kolay. Peki ya mazlumun dili? İntikamı hedeflerse ifrada, zalim karşısında zillete düşerse tefride sapan, bıçak sırtı bir dil mazlumun dili…  Kanadı kırık, yaralı ve gözü yaşlı olmak, kin ve intikam duygularını körüklemiyorsa, adalet arayışından uzaklaştırmıyorsa, insaniyeti ve kulluğu besleyip derinleştiriyor çünkü. Zalimin zulmü onu Allah’tan uzaklaştırıyorken, mazlum kendisi için tek sığınak olan Allah’a iltica ediyor ve yeryüzünde adaleti yeniden tesis etme çabasıyla Hakk’a yaklaşıyor.

Mazlum ne yaşarsa yaşasın yalan, iftira, gasp, hakaret gibi yöntemlere müracaat edemiyor. Zira bunlara tenezzül, düşmanının silahıyla silahlanmak değil, ona benzemek, zulme zulümle mukabele etmek anlamına geliyor. “Zarara zararla karşılık vermek yoktur.” diyor Efendiler Efendisi (sav). Mazlum, imhaya inşa ile, tahribe tamirle mukabele etmek, bedbinliğe düşmeden faal olmak zorunda…

Mağduriyetin dili, sadece neden orada olduğumuzu izah etmeye yetiyor. Oysa oradan nasıl çıkacağımız, neden orada olduğumuz sorusundan daha önemli. Zulmün yollarını tıkamak, meşru müdafaa, ma’şerî vicdanı harekete geçirmek, yaraları sarmak, kalpleri katılaşan dostlar için dua etmek yine mazluma kalıyor.

Bu yüzden mazlumun dili incelikli. Zalimi “zulmetme” diyerek uyaran hitap, mazluma da “İncinme, incitme!” olarak yöneliyor. İncinmek incitmeye kapı aralıyor çünkü. Nefretin dili böyle kuruluyor. “Kemalde noksan imiş, incinen incitenden” diyor Alvar İmamı Lütfi Efendi.

Velhasıl zalime karşı sadece adaletin değil merhametin de dilini kurmak yine mazluma kalıyor:

Sabır kıl her belâya hâne-yi Rahmân’ı incitme

Felekde hâsılı insân isen bir cânı incitme

Günahkâr olma fahr-i âlem-i zîşânı incitme

Zalimin cezasını vermek mazlumun işi değil.Tahrip güçlerine rağmen yeryüzünün bütün zalimlerinin akıbetlerinin hüsran oluşu bir tek hakikate işaret ediyor:

“Allah iradesini yerine getirme hususunda mutlak gâliptir.” (Yusuf, 21)

(13 Kasım 2015, Cuma)

VAR OLMA YOLCULUĞUNDA YOKLUĞU SEÇENLER” için bir yorum

Yorum bırakın