“Winston: Büyük Birader diye biri gerçekten var mı?
O’brien: Bu, var olmakla neyi kastettiğine bağlı.
Winston: Demek istediğim, o benim gibi var mı?”
O’brien: Sen yoksun.”
Bu diyaloğu Orwell’ın ünlü 1984 romanından hatırlayacaksınız. Orwell, eserinde “gerçek” kavramını sorgular. Sistemin ürettiği “sanal gerçeklik”in gerçeğin yerine nasıl geçirildiğini çok incelikli bir dille anlatır. Neyin gerçek, neyin sanal olduğu birbirine karıştığı için kavramlar yeni anlamlara bürünmüştür. “Gerçek”, Büyük Birader’in sözleri ve ideolojisidir. Bunlar da konjonktüre göre değişebilir. Ölçü, hakikat arayışı değil de sistemin çıkarlarıysa “gerçek” manipüle edilir.
Gerçek kavramının toplumun hafızasında sanal/yapay gerçeklikle yer değiştirmesinin ne kadar acı ve ağır yaşandığını biz de tecrübe ettik. Komşularımız, dostlarımız, kardeşlerimiz, bazen eşimiz ve anne-babamız bile yıllarca birlikte yaşadığı “biz”e değil bir simülasyona inanmayı tercih etti. Sistemin toplum hafızasını kendi ölçüleriyle yeniden kurma çabası maya tuttu. Topluma ne düşüneceğini, kimi dost, kimi düşman olarak göreceğini, hangi kelimelerle konuşacağını dikte ettirme cüreti bireylerde karşılık buldu. Müminler, kendi anne babasına, çoluk çocuğuna ve kardeşine yapılmasını istemeyeceği şeyleri, ötekileştirdiklerine reva görür hale geldi. Merhametin dili, yerini siyasetin diline çabucak terk etti.
Yaşadığımız hayal kırıklığı en çok da nazarların hakikate karşı körleşmesine dairdi. Her şey bunca açıkken neden olup biteni görmüyorlardı? Sahi, “gerçek” dediğimiz şey bu kadar muğlak ve göreceli miydi ki ideolojik aygıtlarla değiştirilebiliyordu?
Oysa inancımız bize eşyanın (şeylerin) hakikatinin sabit olduğunu söyler. Gerçek apaçık ortadadır. Perdeli olan hakikat değil, insanın bakışıdır.
Bediüzzaman, “Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim.” der. Hayatı ve eğitimi bir araya getiren bu dört kurucu ve dönüştürücü kelimeden birisi “nazar,” yani bakış açısıdır. Üstat Hazretleri bize bu sırlı kelimeyi verirken göz ardı etmememiz gereken önemli bir uyarıda bulunur, “Nazar, eşyanın mahiyetini değiştirir, başkalaştırır.”
Güzel görenin, güzel düşüneceği önermesi bu başkalaşmaya işaret ediyor. Ölümü kavuşma olarak görmek de mümkün, ebedi bir ayrılık olarak da. Hastalıkları bela diye nitelendirmek de mümkün, ibret ve nimet olarak da… Nereden baktığınızla, nasıl gördüğünüzle ilintili…
Yani “bakış”, gerçekliği aramıyorsa “görüş” kayboluyor. Kırmızıya boyanan bir aynanın nesneleri kırmızı göstermesi gibi… Kırmızı olmak nesnelerin kendi gerçekliği değil, aynanın yanıltıcılığı. Ama tüm varlığı aynı aynada seyrediyorsanız bir süre sonra kırmızı oluşu, nesnelerin ayrılmaz bir vasfı olarak görmeye başlarsınız.
Kısaca, insan ancak kendi mahiyetini tahrip ediyor, eşyanın hakikatini değil.
Daha fazlası da var. İnsanın bakışındaki bozulma, tek başına ödediği bir bedel olarak da kalmıyor. Başkalarını eşyanın kırmızı olduğuna ikna etme çabası, eşyanın kırmızı olmadığını söyleyenlere yönelen nefret, kırmızı olduğunu düşünenlerin tahakküm kurup yeşil ya da sarı olduğunu söyleyenleri sindirmesi, eşyanın hakikatini görenleri yok etme çabası ödenen bedelin toplumsal boyutlarına işaret ediyor.
Zulme adalet demekle, bunu koro halinde seslendirmekle zulüm adalet olmuyor.
Ne oluyor?
Zulme adalet diyen zalim oluyor.
Fıtratın tahribi anlamına gelen günah kavramını bu çerçevede yeniden tanımlamak mümkün. Çünkü en büyük günahın, günahı günah olarak görmemek olduğu bilgisi ile yaşıyoruz. Günahı günah olarak görememek, insanın mevcut gerçeklik algısının bozulduğuna, dolayısıyla da insan olma mahiyetinden uzaklaştığına işaret ediyor. Bu sapmayı büyümeden düzeltmek için Allah Resulü (sav) bizi tevbeye davet ediyor ve “Günahından tam olarak dönüp tevbe eden, onu hiç işlememiş gibidir. “ buyuruyor. Çok ilginçtir ki, söz konusu Hadis-i şerifte günah manasına gelen kelimeler arasında “zenb” kelimesi geçiyor. Âlimler bize zenb’in kuyruk manasına gelen “zeneb”le aynı kökten geldiğini söylüyor. Yani günah, insan tabiatına aykırı olarak ona takılmış bir kuyruk gibi. Demek, günah tevbeyle temizlenmezse insanın mahiyetini değiştiriyor, fıtratını bozuyor.
“Günahların kötü bir kokusu vardır. Allah’ın nuruyla bakanlar o kokuyu duyar, ama belli etmezler.” diyen Abdülkadir Geylani Hazretleri de insan mahiyetindeki bozulmanın başka bir boyutuna işaret ediyor.
Bu durumda günah gibi tevbe kavramı da “gerçek” üzerinden yeniden tanımlanabilir.
Tevbe, bozulan nazarı tamir, hakkı teslim çabası. Bir yön ve istikamet arayışı. Tevbe, yuvaya dönüş. Yitiğini bulmak. Kirini temizlemek. Masumiyeti ve yakınlığı özlemek. Mutlu günlerini hatırlamak. Duygularını akort etmek. Gözyaşları ile arınmak. Kalp santralini işletmek. Tevbe, eşyanın hakikatine hürmet. Hayatı ve kavramları o hakikat üzerinden yeniden tanzim gayreti. Yenilenme, tazelenme…
Öyleyse tevbeyi çoğaltmaya ve ortak bir tevbede buluşmaya ihtiyacımız var. Duamız Allah Resulünün duası olsun:
“Allah’ım bana eşyanın hakikatini göster!”
Ruhu şad olsun, Akif ne güzel demişti:
Halik’ın namütenahi adı var, en başı Hak
Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak!
(20 Kasım 2015, Cuma)