Üniversiteden yeni mezun olmuştum. Risale-i Nur ve hizmetle henüz tanıştığım yıllardı. Hoca Anne’nin vefatından 1-2 yıl önceye tekabül ediyor olmalı. Adı Sümeyra olan hafız bir arkadaşım, bir vesile ile bulunduğum İzmir’de beni alıp Hoca Anne’nin yanına götürdü. Hiçbir şey anlamadım. Bana herhangi bir ev ziyareti gibi geldi. O huzurun kıymetini takdir edemedim. Hoca Anne de bana iltifat etmedi. Sürekli Sümeyra ile ilgilendi. Tek hatırladığım Kur’an’a ilişkin konuştukları. Oysa ben Kur’an okumayı bile yeni yeni öğreniyordum.

Yıllarca nisyana mahkum ettim bu hatırayı. Onlarla beraber olamazsam yanar kül olurum endişesiyle benzemeye çalıştığım hizmet kardeşlerimle bile paylaşmadım.

Yıllar sonra sevgili Şemsinur Özdemir’in büyük bir emek ve gayretle hazırladığı Hoca Anne ve Ailesi çalışmasını okuyunca anladım, Hoca Anne’nin hürmetinin öznelere değil Kur’an’a müteveccih olduğunu…

Artık benim için, Hoca Anne’nin hayatı ile Hoca Efendi’nin Bir İ’caz Hecelemesi Bakara Suresi Tefsiri’nin eş zamanlı yayımlanmış olması tesadüf değildi. Sanki Hoca Anne’nin Kur’an aşkına hürmeten tam da öyle olmalıydı.

Demek benim anlamam için en başa kadar gitmem, en sona geri dönmem ve bunu tekrar etmem, yani kendi idrak yolculuğumda ileri geri mekik dokumam gerekiyormuş. Mevlana’nın dediğince, değirmenlerde öğütülmem, eleklerden geçirilmem, ocaklarda pişirilmem, sonra maziye dönüp Hoca Anne’nin huzuruna hayalen bir daha çıkmam gerekiyormuş.

Bu yüzden olmalı, hepsine ilgi duyduğum toplumsal tarih, tasavvuf tarihi, sözlü tarih, kültür tarihi ve eğitim tarihi açısından fevkalade önemli bu kitap, tüm teferruat zenginliğiyle, kendi mahiyetimi seyrettiğim bir ayna haline geldi.

Yine bu yüzden Hoca Anne’yi anlamak için önce ömrünün son günlerine gitmeli. “İnsan şuur altının çocuğudur” ya, Hoca Anne’nin şuurunun kapalı olduğu ölümü bekleyiş günlerine. Ve onu “şuur altı müktesebatı” ile tanımalı.

“İzmir’de hüzünlü bekleyiş sürüyordu. Evdeki herkes Refia Hanım’ın başucunda oturuyor ve hafif sesle Kur’an okuyordu. Bazı geceler uykusunda kalkıp oturuyor, bildiği bütün sahabelerin isimlerini sayıyor, her bir ismin ardından ‘huzuruna geldim’ diyordu. Ardından sağ elinin şahadet parmağını kaldırıyor, şahadet getirip yatıyor, uyumaya devam ediyordu. Bazen de kendi kendine sayıklar gibi konuşuyordu: “Misafirlere bakın, Kur’an okuyun, namazlarınızı kıldınız mı?” Bu üç cümle onun hayatının özeti gibiydi. Ömrü boyunca namazını hiç ihmal etmemiş, Kur’an’dan ayrılmamış ve misafirsiz durmamıştı.

Şimdi en başa dönmeli. Zira Hoca Anne kendinden ibaret değil. O, bir mananın taşıyıcısı ve nasıl bir mananın taşıyıcısı olduğunun “sır, hafi, ahfa makamında” farkında. Öyle anlaşılıyor ki, aile büyükleri de farkında, ailenin manevî büyüğü Alvarlı Efe Hazretleri de…

İzdivacdaki ölçüsü muhatabın dünü, bugünü ve aile fertleri ile takvası olan Efendimiz’e(sav) sıkı sıkıya bağlı insanlar. Tertemiz bir sulb. Görülen rüyalar ve ancak ehline mahrem işaretler…

Refia Anne’nin babası Seyyid Ahmed Efendi, henüz evlenmemiş gencecik bir delikanlıdır. Rüyasında mübarek bir zatın bir ip yumağını dağdan aşağı yuvarlamakta olduğunu görür. “Ahmet, bu yumağı sana yuvarlıyorum, ipin ucundan tut da gel” nidasını işitir. Ve sabah namazını kılıp zemheri bir kış ayazında kendini yola vurur. Bir ay süren yolculuktan sonra rüyasında gördüğü Evlad-ı Resul, Nakşî Şeyhi Amasî Ahmed Efendi’yi Bingöl’e yakın bir yerde bulur. Vardığında şeyhi onu beklemektedir. Aslında bu bekleyiş asırlar süren bir bekleyişin yaklaşan habercisidir. Zira Şeyh Amasî Ahmed Efendi kısa bir süre sonra müridini geri yollar ve yollarken de “Evladım, şimdi sen gideceksin. O iş öyle olacak ki, ondan sonra da öyle olacak ki öyle olsun.” der.

O işin öyle olması içindir ki Refia Anne’nin kiminle evleneceğine Alvarlı Efe Hazretleri bizzat nezaret eder.

Ve biz, kitap boyunca bu oluşların izini sürüyor, yoldaki işaretlerini takip ediyoruz.  Ustaca hazırlanmış bir biyografinin dairesel anlatısı içerisinde dün ve bugün arasında gidip gelmek kendi tekamül dairemiz içerisindeki hareketten daha kolay, daha heyecanlı olsa da,  Hoca Anne’nin hayatının tahammül edilmez zorlukları karın da dağına göre yağdığına işaret ediyor.

Hoca Anne, ibadetteki ciddiyeti, fevkalade züht ve takvası, ruhsatlara kapı aralamayan, azimet dairesinde sürdüğü yaşamı, şefkatle dengelediği otoritesi ve sürekli faal oluşuyla tam bir “irade heykeli.” Ben, Hoca Anne sıfatını Hoca Efendi’ye anne oluşuyla aldığını düşünürken kitap bu sıfatın kesb edilmiş başka bir yönüne de dikkatimi çekti. O, küçük yaşta evlenip gelin geldiği Korucuk köyünde, yasaklara rağmen tüm köyün çocuklarının ve genç kızlarının da Kur’an Hoca’sı. 2’si bebekken vefat eden 11 çocuk annesi bu muhteşem kadın, köye gelen herkesin ilk uğrak yeri olduğu için misafirsiz gün geçirmeyen pederşahî bir ailenin günde en fazla 3 saat uyuyabilen büyük gelini olarak en çok ihtiyaç hissedilen yokluk dönemlerinde Kur’an hizmetini hiç terk etmemiş. Üstelik, hizmetini öğretmekten ibaret kılmayıp açı doyurmuş, yoksulu giydirmiş, yetimlere annelik etmiş, genç kızlara iş, görgü, namaz öğretmiş. Gündüz vakit bulamaz endişesi ile çocuklarını gece karanlığında uyandırıp Kur’an talim ettirmiş.

“Örf,” Hoca Anne’nin hayatında, dolayısıyla kitapta sıkça karşımıza çıkan ve zihinlerimizde kendini yeniden tanımlayan bir kavram. Hoca Anne de, ailesi de töreye sıkı sıkıya bağlı. Kayınpederiyle hiç konuşmayan, evin büyük kadınları ile onların müsaadeleri dahilinde konuşan, erkeklere sesini duyurmayan, “gelin büyümez kayın büyür” anlayışını benimseyen, evin erkeklerine yüzünü yaşmaklayarak, yabancı erkeklere ihramla çıkan, gelin olduğu eve gittikten sonra yıllarca kendi baba ocağını göremeyen, kaynatası yatmadan yatmayan gelinlerin yaşadığı Erzurum töresi. Eskiden bana sünnet-i seniyyeye mugayyir ve katı görünen bu örfün, azimeti koruma çabası olduğunu yine bu kitapla kavradım. Zahiren küçücük mekanlarda iç içe yaşayan onca insan arasında iffet ve mahremiyet başka türlü nasıl korunacak, büyüklere saygı ve çatışmasız bir aile bütünlüğü nasıl tesis edilecek, çocuk nasıl terbiye edilecek, “çocuk azizdir” düsturu nasıl hayata geçirilecekti? Zemininde Birinci Cihan Harbi, İstiklal Savaşı, Milli Şef dönemi ve sonrasında ihtilallerin olduğu, açlık, yokluk, mahrumiyet ve her türlü baskının yaşandığı yıllar nasıl böylesine kazasız belasız ve şikayetsiz atlatılacaktı ki?…

Evet şikayetsiz. Dönemin bütün zorlukları aile ve toplum fertlerinin birbirine kenetlenmesi ile aşılabiliyor çünkü. Yokluğun içindeki varlık, fakirliğin içindeki zenginlik, tevazuun içindeki vakar, bilginin içindeki hikmet, sabrın içerisindeki şükür ancak böyle tezahür ediyor.

Kayın pederi, kayın validesi, görümceleri ve kayınları, yakın ve uzak akrabaları, komşuları ve misafirleri, oğulları ve kızları, kız ve erkek torunları ile tüm muhitini sevdim Hoca Anne’nin. Hiç tanışmadan hepsiyle ünsiyetim, kurbiyetim oldu. Sıbgatullah (Seyfullah) Gülen Ağabey’in vefatını öğrendiğim sabah onun Mükafat Hanım’la evlenişi bölümünü okuyordum. “Gelinim töreli olsun” diyen, ve “bana mükafatımı ver Allah’ım” diye dua eden Hoca Anne’nin kılı kırk yararak gelin arayışını. Sonra gelinine “Ben seni kızım bilirem” deyişini…

Öyle derinden sarstı, yaraladı beni vefat haberi. Günlerce yas tuttum. Dönüp, onun Edirne’de Hoca Efendi’yi ziyarete gidişi bölümünü yeniden okudum.  Giderken Hoca Efendi’ye hediye olarak aldığı fermuarlı cüzdanı Hoca Efendi’nin 30 sene muhafaza ettikten sonra Mazhar Gülen’e “Babanın hatırasını sakla.” diyerek hediye edişini…

Onlarca örnekten biri sadece, ama yetmez mi, vefayı anlatmak için?..

Sonra,

Sonra hayalen Sümeyra’yı yanıma alıp tekrar ziyarete gittim Hoca Anne’yi. Gittiğimiz evin Mesih Abinin evi, bize ev sahipliği yapıp ikram edenin eli öpülesi Hatice Hanım olduğunun farkında olarak.

Dizlerine yasladım başımı Hoca Annemin. Kendi yetimliğimde ve gurbetimde cisme bürünmüş bütün yetimliklere ve gurbetlere. Ağladım, ağladım.

(5 Aralık 2014, Cuma)

Yorum bırakın