Kerbelâ Hadisesi, İslam toplumlarının yüzleşemediği bir fotoğrafın tam merkezinde duruyor.  Sinesinde kalp taşıyan her mümini kıyamete kadar rencide edecek bir fotoğrafın…

O fotoğrafta kendine koşulsuz  “ümmetin halifesi” demek isteyen birinin “iktidarına” biat etmeyenlere karşı -Peygamber torunu dahi olsa- nasıl vahşileşebildiğini görüyoruz.

O fotoğrafta Hz. Hüseyin’in çoluk çocuğu ile birlikte ablukaya alınışını, ciğerleri kavrulacak kadar susuz bırakılışını ve ölümle tehdit edilişini “uzaktan” seyreden bir  “İslam ümmeti” görüyoruz.

O fotoğrafta Allah Resulü ’nün (sav) “Allah’ım Hüseyin’i sev. Onu sevenleri de sev” diye dua ettiği torunu kanları donduran, ciğerleri yakıp püryan eden, gözlerden yaş yerine kan akıtan bir hunharlıkla katledilirken, menfaat beklentisi ile Yezidperest olan “köşe kapıcılar”ı görüyoruz.

“Necislik”lerini “Neciplik”le Tevil Edenler

O fotoğrafta biz varız, bugün var.

“Sağ koman, vurun!..” diye bağrışanlar. “Ona vururken ben de isabet aldım” diye ağlaşanlar.  Talandan bize ne pay düşer diye bekleşenler. Acımasızlık yarıştıranlar var.

Kanla beslenen, haramla semirenler. Söz konusu güç ve iktidarsa, din, iman, itikad, her şeyi teferruat olarak görenler. Küfrederken edep, iftira atarken insanlık dersi verenler. Cennetin ve cehennemin anahtarını ele geçirmiş gibi ahkâm kesenler. Yüzbinlerce mümini tek kalemde tekfir edenler. Yandaşlıktan sevap devşirenler var.

Kendisine dokunmayan yılanı yaşatmak için seferber olanlar. Abalıya vurmak için sıraya girenler. “Necislik”lerini neciplik”le tevil edenler var.

Adalet ve merhameti lütuf zannedenler. Haddi aşmışlıklarını cesaret sananlar.  -Necip Fazıl’dan iktibasla- 42’lik topla serçe yavrularına kıyanlar. Bin bir rezalet yuvası işlerken, kuş yuvası misali masum insanların yuvasını bozanlar. Tüm ahlaki değerleri sakız gibi çiğneyip atanlar var.

O fotoğrafta kurumuş kalpler, üzerine zift dökülmüş vicdanlar, felç olmuş ruhlar var.

Şu bir gerçek ki Müslüman toplumlar “Kerbela” ile yüzleşmeden, zulme karşı tavır almayı ve zalim yöneticilerle başa çıkmayı öğrenemeyecek, yani bu yarayı iyileştiremeyecekler.

Kerbela’yı Doğuran Süreç

Hatırlamakta fayda var, Kerbela’yı doğuran süreç, Hz. Hasan ve Hüseyin’e bakan yönüyle hilafetin saltanata dönüştürülmesi ile başlıyor. Hilafet’le saltanat arasında çok önemli bir fark var. Gerçek manası ile Hilafet (Raşid Halifelerin temsil ettiği şekliyle), katışıksız, karışıksız, tevilsiz, tavizsiz, “ama”sız, saf bir adalet anlayışından ibaret. Devletin bekası, hatta bütün insanların selameti için bile olsa masum bir bireyi feda etmeme, onun hakkına tecavüz etmeme üzerine kuruluyor ve  “Bir insanı öldürmek, bütün insanları öldürmek gibidir” (Maide, 32) ayetine dayanıyor.

İçerisinde bir masum varsa, binler caniyi taşıyor olsa da gemiyi batıramıyor, o masumu feda edemiyorsunuz.

Saltanatsa göreceli bir adalet anlayışı benimsiyor ve devleti bireyin önünde tutuyor. Bediüzzaman’ın “siyasetin gaddarane düsturu” dediği “Toplumun bekası için fert feda edilebilir” yaklaşımı bu… Mağdurların masumiyetine dönüp bakmayanların adaleti.

Oysa tarih şahittir ki, hakiki adaletin uygulanabilirliği varsa izafi adaleti tercih etmek, sadece zulme zemin hazırlıyor… O kadar hazırlıyor ki, Emevi dönemi başladığından itibaren çok değil bir nesil sonra, Yezid’in şahsında, kendi bekası için değil ferdi, her şeyi feda eden bir zulüm saltanatı kuruluyor.

Kendilerini Allah’ın yeryüzündeki gölgesi sayanlar, bir süre sonra Allah’ı kendi icraatlarının tasdikçisi olarak görmeye başlıyor, haşa Allah’ı arkalarına alarak zulmediyorlar.

Dâr-ı Dünya Kerbelâdır, her Hüseynî meşrebe

Cehalet, kibir, hazımsızlık, korku ve nefretin gücü ele geçirmesi, kaçınılmaz olarak Ehl-i Beyt’in göze batmasına, rahatsızlık sebebi olmasına yol açıyor. Önce Hz. Hasan, sonra da Hz. Hüseyin’in temsil ettiği katışıksız adalet, muktedirlerce tehdit olarak algılanmaya başlıyor.

Sonrasında “Müslüman” bir toplum, türlü yöntemlerle bu mezalime ikna ediliyor, ikna olmayanlar da seyirci kılınıyor, susturuluyor. Kazım Paşa Kerbela Mersiyesi’nde bu ciğersûz hadiseyi tasvir ederken “Devrân olup müsâid ol kavm-i bî-hayâya” der. Yani toplum o ahlaksız topluluğun zulmünü icra etmesine müsait hale getirilmişti.

Gerisi ibret ve utanç. Acı ve gözyaşı… Eyyâm-ı mâtem!…

Gerisi “birey”in yok edilişi. “Devlet”in tağut haline getirilişi.

Türlü siyasi desiselerle kendi halkalarını ezen Asya münafığı halife-i ruy-i zeminler. Dili “Hüseyin” derken icraatları ile Yezid’e rahmet okutturan muktedirler. Ahiretlerini dünyaya satan sürüleştirilmiş halk yığınları…

Bu yüzden dâr-ı dünya Kerbelâ’nın ta kendisidir ve “zaman” dediğimiz şey, sonucu ne olursa olsun, hak yolunda taviz vermeden mücadele eden Hüseyinlerin, siyasi ihtirasın canavarlaştırdığı Yezidlerin, ve o hunharlığa ortak edilmiş Kûfelilerin boy gösterdiği bir sahnedir.

Değil mi ki, “Hz. Hüseyin, hak ile batılın arasını kanıyla ayırmıştır,” (M. İkbal) Yezidler zulmünü arşa da çıkarsa Hüseyinlerin yolu açıktır, kapanmaz.

Öyleyse, “Kuvvet haktadır, hak kuvvette değildir!” düsturuna sadık kalmaktan, Efendimiz’in (sav) yolunu, Hz. Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali’nin yolunu, Hz. Hasan ve Hüseyin’in yolunu yol edinmekten başka çaremiz yok.

7 Ekim 2016, Cuma